KAYNAK – EĞİTİM AJANSI

Yükseköğretimin Altın Çağı mı?

Bir görüşe göre yükseköğretim altın çağını yaşıyor. Bunun gerekçesini de şu şekilde ifade ediyorlar:“YÖK verilerine göre 1923’ten 2002’ye kadar geçen 79 yılda yalnızca 76 olan üniversite sayısı son 15 yıl içinde 2.4 kat arttı. Yani son 15 yılda tam 107 üniversite kuruldu, Türkiye’nin en ücra köşelerinde bile yükseköğretim kurumları açılmış oldu. Böylece ülkemizde 2002’de 76 olan üniversite sayısı 2017’de 2.4 kat artarak 183’e ulaşmıştır. Üniversite sayısının artmasına paralel olarak üniversite eğitimi alanların da arttığını görüyoruz. 2002 yılında nüfusun %2.8’ i üniversite eğitimi alırken 2017 yılında nüfusun % 8.4’ü üniversite eğitimi almaktadır. 2002’de 1 milyon 918 bin olan üniversite öğrenci sayısı 15 yılda 3.5 kat artarak 6 milyon 690 bine yaklaşmıştır. YÖK’ün aynı zamanda akademisyen sayısını artırma, hayat boyu öğrenmeyi daha da yaygınlaştırma gibi hedefleri de var.” Şöyle bir bakalım; yükseköğretimde son zamanlarda neler oldu? Yükseköğretimimizin hangi çağı yaşadığına siz karar verin.

Nicelikli Bir Niteliksizlik Ortaya Konmamalıdır.

Modern dünyada ortaöğretim öğrencilerinin üçte ikisi mesleki eğitime yönlendirilirken sadece üçte biri yükseköğretime yönlendirilir. Diğer türlü nicelikli bir niteliksizlik ortaya koyarsınız. Yeterli fiziksel alt yapı ve akademisyen olmadan lise açar gibi üniversite açarsanız tabela üniversitesi olmanın ötesine geçemezsiniz. Ayrıca puanlar düşeceği için öğrenci niteliğinde de düşüş yaşanacaktır. Hadi bu öğrenciler öyle ya da böyle bu üniversiteleri bitirdiler. Bu defa üniversite mezunu, niteliği yüksek olmayan bir işsizler ordusu oluşturuyorsunuz. Diğer taraftan bu rakamları Türkiye’nin 2002’deki ve 2017’deki genel nüfusuna oranladığınızda yükseköğretim alan öğrenci artışı gayet normaldir. Bu kadar çok üniversite açmakla övünmek yerine, varsa dünya geneli ilklere giren üniversitelerimizle, atıf yapılan makale sayılarımızla, dünyadaki hakemli dergilerde yayınlanabilen makalelerimizle, dünya geneli ses getiren-buluş yapan-marka yaratan akademisyen ve üniversitelerimizle övünelim. Diğer türlü kendimiz çalıp kendimiz oynamanın ötesine geçemeyiz.

Pedagojik Formasyondan Patolojik Formasyona

Kamuoyunda günlerce öğretmen niteliği, PISA 2015 sonuçları ve atanamayan öğretmenler sorunu tartışıldı. Bu konuda son 15 yıllık yükseköğretimin payı nedir? PISA 2015 sonuçlarına göre başarısız olan öğrencilerimizi yetiştiren öğretmenler başka bir ülkenin yükseköğretiminin üniversitelerinden mi mezun olmuşlardır? Öğretmen niteliğimizin bu noktada olmasında yükseköğretimimizin katkısı nedir? En önemlisi de yıllardır atanamayan, çalışamayan öğretmen istihdam planlamaları da YÖK tarafından yapılmıştır. YÖK bu kadar ikinci öğretim öğretmenlik bölümü açmayabilirdi, ayrıca istihdam edilebilecek kadar öğretmen adayını üniversitelere alabilirdi. Pedagojik formasyondan patolojik formasyona dönmüş olan sıkıştırılmış, bankamatik formasyonlar verilerek akademisyenlerin para kazanması sağlanmış, sonuçta işsiz öğretmenler ordusuna bir de formasyonlu Fen-Edebiyat mezunları dahil edilmiştir. Peki bu yanlış planlamalar sonucu yıllardır çalışamayan ve atanamayan öğretmenlerin iş gücünün ekonomiye katılamamasının zararının bedelini kim ödeyecek?

Son Süreçte Yükseköğretimde Neler Oldu?

AB bursu olan Jean Monnet Burs Programı iptal edilmiştir. 674 nolu KHK ile araştırma görevlilerinin kadro statüleri daimi kadro olan 33/a’dan geçici kadro olan 50/d statüsüne dönüştürülmüştür. 676 nolu KHK ile rektörlük seçimleri kaldırılmıştır. Bunun yerine rektörler artık devlet üniversitelerinde YÖK’ün önereceği 3 aday arasından Cumhurbaşkanınca atanacaktır. Aynı KHK ile vakıf üniversitelerindeki rektör atamaları, mütevelli heyetinin yetkisinden çıkarılmıştır. Tüm KHK’lar ile 112 üniversiteden toplam 4 bin 811 akademisyen ihraç edilmiştir. Bu akademisyenlerin 16’sı başka bir KHK ile göreve iade edilmiştir.

Üniversiteler Çölleştirilmemelidir.

Üniversiteler özgür düşüncenin ve bilimin en önemli kaynağıdır. Bunun en önemli ayağı da akademisyenlerdir. Doktoralarını tamamlamış olmalarına rağmen, aylarca hatta yıllarca kadrosu onaylanmayan akademisyenler olmuştur. 2002-2010 yılları arasında Yükseköğretim Kanunu’nda 15 kez, Yükseköğretim Personel Kanunu’nda bir kez ve Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu’nda ise 19 kez değişiklik yapılmıştır. Gelinen noktada yükseköğretimdeki merkezileşme daha da güçlenmiş, zaten sınırlı olan akademik, idari ve mali özerklikler daha da daralmıştır. Tüm bu süreçler akademinin, bilimin çölleşmesine yol açacaktır.

Gönül yükseköğretimin gerçekten altın çağını yaşamasını ister. Bilimsel, mali ve idari özerkliği olan, Türkiye gerçeğinden kopmayan; ancak her alanda evrenselliği yakalayan, akademik rekabet ve demokratik katılım ilkelerini benimseyen bilgi çağının yükseköğretimi hedef alınmalıdır. Üniversiteler bilim dışı etkilere açık bir hale getirilmemelidir. Üniversitelerimizin kurumsal birikimlerinin yerle bir edilmemesi için bilim özgürlüğü ve kurumsal özerklik zedelenmemelidir. Aksi takdirde üniversiteler işlevlerini yerine getiremez noktaya gelirler. Üniversitelerinin işlevlerini yerine getiremediği bir toplum da işlevsizleşecektir.

TEILEN