KAYNAK – EĞİTİM AJANSI

Modern Ulus Devletin İdeolojik Bir Aygıtı Olarak Eğitim ve 19. Yüzyıl Eğitim Sistemi

Paris’e git bir an evvel akl ü fikrin var ise/

Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e.

Hoca Tahsin Efendi

Tarkan’ın bir şarkısı vardır, kişinin kendisi olması gerektiğini anlatan; “Başkası olma, kendin ol, böyle çok daha güzelsin.” şeklinde. Evet, kendin olmak, olabilmek. Dünya tarihinin felsefi, psikolojik ve edebi anlamda sürekli ele aldığı sorun “kendin olmak” Bir başka yazının konusu olmak beraber, eğitimimizi hep bir yerlere benzetmek yerine, “Türkiye’nin Eğitimi Nasıl Türkiye’nin Eğitimi Gibi Olur” u da ele almalıyız. Bu, kendin olmak konusu, birazdan detaylarını vereceğimiz üzere, özellikle, batılılaşma sürecimizde “Türk Aydınının Kendine Yabancılaşması”boyutuyla da ele alınmış ve tartışılmış bir konudur. Aslında, tüm bu konuları ele alacak olmamızın nedeni; geçtiğimiz günlerde MEB’in İstanbul’da yurt dışına gönderilen öğrencileri bilgilendirmek için yaptığı toplantı ve orada konuşulanlar. Benim de davetli olduğum toplantıların son günü oldukça renkli ve heyecanlı geçti. Çağırılan konuşmacıların entelektüel birikimi, bilime dayalı konuşmaları, her kesimden olmaları, genç bursiyerlerimizin soru cevap kısmındaki konuşmaları, ülkemizin geleceği adına umut vericiydi. Ayrıca; MEB’in son süreçte tüm sendikalarla ayrı ayrı toplantılar yapıp, tüm paydaşlarla görüşüp dinlemesi gibi, bu toplantıya da farklı fikirlerden insanları çağırmış olması, gereken özlenen demokratik bir tutumdur. MEB bu tutumla, devlet olmanın bir gereği olarak herkese eşit mesafede olduğunu, herkesi kucakladığını, Türkiye’nin ve eğitimin hepimizin olduğunu ortaya koymuştur ve eğitimin bir devlet politikası haline gelmesi adına; akla, bilime dayalı, siyasetten uzak bu tavırların sözde değil, özde devam etmesini dilerim.

Türkiye’nin Eğitiminin Siyaset Üstü Ortak Bir Akla İhtiyacı Var

Son gün, renkli bir gündü. Dedik ya. Hürriyet Gazetesi Eğitim Servisi Müdürü Nuran Çakmakçı’nın deneyimiyle moderatörlüğünü yaptığı son gün panelinde; Eğitim Reformu Girişimi’nden (ERG) Batuhan Aydagül, Eğitimpedia kurucusu Ali Koç ve SETA Vakfı’ndan Müberra Nur Emin renkli konuşmacılardı. Tüm konuşmacılar, pek çok önemli açıklamalar yaptılar. Batuhan Aydagül, öğretmenin merkeze alınmadığı bir eğitim sisteminin başarılı olamayacağını belirtirken; Ali Koç, bu topraklarda önemli eğitim deneyimlerinin yaşandığını, kendi sularımızda gezinmek, birbirine akmayan göller olmak yerine hem dünyadaki göllerden hem de ülkedeki göllerden birbirine akışın sağlanması ile ülkede öğrenme devriminin başlayacağını söyledi. Müberra Nur Emin ise; PISA değerlendirmelerinden sonra, Türkiye’nin eğitiminin siyaset üstü ortak bir akla ihtiyacı olduğunu belirtti.

Türk Aydını Niye Kendine Yabancılaştı?

Yurt dışına öğrenci gönderilmesi konusuyla ilgili pek çok şey söylenebilir. Ve bunların bir kısmını da “Dünyayı Türkiye’ye Getirecek, Türkiye’yi de Dünyaya Götürecek Çağımızın Evliya Çelebilerisiniz” yazımızda kaleme almıştık. Ama ben bu yazıda, MEB Müsteşarı Doç. Dr. Yusuf Tekin’in söylediklerini analiz etmeye çalışacağım. Ben, Tekin’in söylediklerini üç açıdan önemsiyorum. Birincisi; kendisi de bir 1416’lı, ama mağduru… Bu nedenle de bu konuyla arasında duygusal bir bağ var. Tekin, 1995 yılında 1416’yı yani yurt dışı burs sınavını kazanıyor. Nasılsa sınavı kazandım, yurt dışına gideceğim diye, bir üniversitede de araştırma görevlisi olarak çalışırken, bütün düzenini yani hayatını alt üst ediyor, yaşadığı şehirdeki evi kapatacak kadar ve herkesle vedalaşacak kadar. Tabii sonrasında MEB’den “ Yurt dışına gitmeniz uygun bulunmamıştır” yazısı geliyor. Ben, kendim de eğitimsel anlamda, maddi ve manevi bir sürü mağduriyet yaşamış ve hala bu anlamda gece gündüz çalışmama rağmen bir yerlere getirilmediğim ve engellendiğim için Tekin’i çok çok iyi anlayabiliyorum. Tekin’in o dönem yaşadıklarını sadece anlamaya çalışırsınız, yaşayamazsınız, ateş düştüğü yeri yakıyor ne de olsa. Ama neresinden bakarsanız bakın, çok büyük mağduriyet. Umarız bir gün bu ülke tüm evlatlarını kucaklar, buna ben de dahil, hiç birimizi ÖTEKİleştirmez. Tekin’in bu konuşmasını önemsemenin ikinci noktası; devlet adamı olması, beş yıl müsteşarlığıyla, katılırsınız katılmazsınız, Türkiye’nin tüm eğitim sorunlarına teknik olarak vakıf olması, siyaset bilimi doçenti olması, bu anlamda Türk siyasal hayatı, Türk demokrasi tarihi, seçim sistemleri vs. ler alanında dersler vermesi. Ama siyaset uzmanlıklarından birinin tam da birazdan ele alacağımız 19. Yüzyıl Osmanlı modernleşmesi olması. Çünkü Tekin’in kısaca Türk aydınının kendine yabancılaşması olarak özetleyebileceğimiz açıklamaları 19. Yüzyıl Osmanlı modernleşmesi ile doğrudan ilgilidir. Ve üçüncü nokta da; Tekin’in aslında eğitim konularının tamamını tarihsel süreç içerisinde etüt etmiş olması. Çünkü Tekin “ Osmanlı Devletinin Son Döneminde Modern Ulus Devlete Yönelik Girişimler” adlı önemli doktora tezinin, “Modern Ulus Devletin İdeolojik Bir Aygıtı Olarak Eğitim ve 19. Yüzyıl Osmanlı Eğitim Sistemi” adlı üçüncü bölümünde, yaklaşık 47 sayfa detaylı bir şekilde Tanzimat sonrası eğitimi her yönüyle sistematik olarak ele almış bir beyin…

Aşırı Batılılaşmacı Tavır İçine Girerek Ülkemizin Değerlerini Unutmayın

19. yüzyıl Osmanlı modernleşmesi üzerine çalışmış Tekin’in konuşmasının, batıya eğitim almaya giden öğrencilerimizin, aydınlarımızın aşırı bir Batılılaşmacı tavır içine girerek ülkemizin değerlerini unutabildiklerini belirttiği bölümü şu şekildedir: “Aşırı batılılaşmacı bir tavır var. Döndüğünüzde, bu ülke için hizmet verecek bir birikime sahip olmanızı istiyoruz. Maalesef, Türkiye’den yurt dışına gönderdiğimiz akademisyenlerin büyük çoğunluğunda, yazarlarda maalesef bu türden sendromlarla karşı karşıya kalıyoruz. ‘Araba Sevdası’ romanında olduğu gibi, gidiyor, 2 yıl yurt dışında kalıyor, döndüğünde Türkiye’yi, Türkiye’ye ait değerleri, küçümseyici bir tavır takınan, aşırı batılılaşmacı akademisyenlerimiz, entelektüellerimiz var. Sizin böyle olmanızı istemiyoruz. 1800’lü yıllarda yurt dışına giden öğrencilerin ‘Bihruz Bey Sendromu’ na kapıldığını ve ülkelerini küçümsediğini görüyoruz. Türkiye’nin kendine özgü değerleri olduğunu bilerek, ona göre davranmanızı arzu ediyoruz.” Aslında Tekin’in bu haklı kaygılarını, 1800’lü yıllarda Avrupa’ya öğrenci gönderen Osmanlı modernleşmesinde de görüyoruz. Tanzimat’ın ilanından sonra, çiçeği burnunda bir padişah olan Sultan Abdülmecid, 1840 yılının Mayıs ayında Harbiye okulundan, Tophane’den ve Mühendishanelerden Avrupa’ya gönderilecek 17 öğrencinin iznini imzalarken, Tekin’le aynı kaygıları paylaşıyordu. Padişah, dünyayı Osmanlı’ya taşımak adına, önemli bir proje olan bu 17 öğrenci için hiçbir masraftan kaçınılmamasını söylerken, onların yurt dışına çıkmalarının, onları bu topraklara yabancılaştıracağını ve kendi toplumlarını küçümseyen bir psikolojiye sokabileceğini de söylüyordu.

Paris’e Git Hey Efendi, Akl ü Fikrin Var İse

İçeriği tartışılmakla beraber, bu tartışmaları özetlemesi ve Tekin’in söylediği tartışmaları doğrulaması adına, Hoca Tahsin Efendi’nin ya da kimilerine göre “Mösyo Tahsin ya da Gavur Tahsin” sözleri, bu konunun o dönemki tartışmalarının somut yansımasıdır. 1857 yılının mart ayında tahsil için Paris’e giden Hoca Tahsin Efendi’nin Paris’e hayranlığını anlattığı şu sözleri yıllarca tartışılmıştır: “ Paris’ git bir an evvel akl ü fikrin var ise/ Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e” Bu sözler merkezli, olumlu olumsuz, o kadar çok şey söylenmiştir ki… Tekin, yurt dışına giden öğrencilerimizi metafor olarak prens ve prenseslere benzeterek; sizler eğitimimizin bir nevi prens ve prensesleri olarak, ülkemizin geleceğisiniz, dedi. Buradaki sorun, Türk aydınının batı toplumunu gördükten sonra kendi öz değerlerine yeterince sahip çıkmaması, farklı kültürlerin olumsuz etkisinde kalması, batı kültürünü üstün körü taklit etmesi şeklinde görülüyor. Bu da Türk aydınının kendine yabancılaşması olarak farklı yozlaşma ve çatışmalara yol açıyor.

Bulgur ve Pirinç, Çatışması Yaşayanlar Bile Var

Buradaki sıkıntı; aydının dünyayı tanıması veya evrensele açılması değil, sorun; tüm bunları yaparken kendisini kendisi yapan değerlerden uzaklaşması, kendi özünü inkâr etmesidir. Öyle ki, Avrupa dönüşü bir daha hiç bulgur yemeyip, sadece pirinç yemeyi bir modernleşme göstergesi sayanlar olmuştur. Tekin, yeniliklere açık olmak, örf ve adetlere sırtını tamamen dönmek olmamalıdır, diyor. Yani aydın kendi toplumuna, diline, sanatına, müziğine sahip çıkmak durumundadır. Aydınımızın kendine yabancılaşması, değerlerine ve kültürüne sırt çevirmesi anlamına gelir ve bu da tüm toplumda kamplaşmalara, ötekileştirmelere yol açar. Bu konuda, Japon aydınlanmasının incelenmeye değer olduğunu düşünüyorum, kendi kendini kaybetmeden kendi ve dünya olabilme anlamıyla. Tüm bu yabancılaşmalar, aydının halkın önünde lokomotif görevi görmesine de engel olmaktadır.

Bihruz Bey, Türk Oblomov mu?

MEB’in yurt dışına öğrenci gönderme projesi, önemli bir projedir. Bu gençlerimizin orada en iyi eğitimleri alıp ülkemize gelmeleri, eğitimimiz ve toplumumuz adına çok faydalı olacaktır. Ayrıca, MEB’in böyle bir toplantıya tüm kesimlerden akla ve bilime dayalı olarak önemli beyinleri çağırması, “biz” olabilmek ve eğitimin bir devlet politikası olması adına önemli bir gelişmedir. Ve bu toplantıda ön plana çıktığı üzere; eğitimimizin, öğretmenin merkeze alındığı, öğrenme devriminin başlayabilmesi için dünyadaki ve ülkemizdeki göllerin birbirine aktığı siyaset üstü ortak bir akla ihtiyacı var. Bu proje kapsamında, yurt dışına giden öğrencilerin MEB Müsteşarı Doç. Dr. Yusuf Tekin’in Türk aydınının kendine yabancılaşması bağlamında söylediklerinden hareketle, başkası olmayıp kendileri kalmaları ve bu ülkenin değerlerinden uzaklaşmamaları gerekmektedir. Şerif Mardin, Yusuf Tekin’in örnek verdiği Bihruz Bey sendromundaki Bihruz Bey’i “Türk Oblomov”u olarak görür. Yani Bihruz Bey, kökten ve kimlikten yoksun bir uygarlık arayışındadır. Sadece pahalı kıyafetler giyen, şıklığına dikkat eden, toplumunu küçümseyen ve halkına karşı aristokratik bir tavır takınan Bihruz Beyler bulgur yese n’olur, pirinç yese n’olur… Ne de olsa Bihruz aynı Bihruz… Çünkü özüyle bütünleşmeyen, kendisi olamayan kişi tembelliği sanat haline getiren lüzumsuz adam, Rus roman kahramanı Oblomov’un ötesine geçemez.

Hamburger, Yanın da Ayran İçerek de Yenebilir

Tekin, aslında aydın ve millet ilişkisini temellendiriyor. Aydının milletine rehber ve göz olabilmesi için gücünü milletinden ve değerlerinden de alması gerekmektedir, evrenselle birleştirebilmesi için, diyor. Zaten diyalektik olarak, yerel olmadan evrenselin de bir anlamı kalmayacaktır. Aydın, toplumuna sırt dönmemelidir ve de aydın deyip geçmemeliyiz. Aydın, toplumun en hassas bölümüdür, oradaki bir hastalık tüm vücuda sirayet eder. Tüm bunlar nedeniyle Tekin’in bu açıklamaları hayati değerdedir. Hamburgerin yanında illa ki kola içmek zorunda değiliz, ayran da içebiliriz. Ya da emin olun, köfte de en az hamburger kadar lezzetli ve aydınlık salt bulgur-pirinç ayrımıyla olmuyor. Bunlar, basit gibi görünen ama Tekin’in söylediklerinin somut olarak hayata yani çarşıya pazara yansımış halidir. Ve son olarak; Tekin’in 1416’lı olarak yaşamış olduğu mağduriyet… Çok büyük bir bedel ödemiş. Başta MEB olarak tüm kurumlarımızın, bu ülkenin tüm evlatlarını ötekileştirmeden kucaklaması ve üst düzey görevlere, sen şucusun, sen bucusun demeden, liyakatli her kimse onu getirmesi gerekiyor, Tekin’in yaşadığı tarz mağduriyetlerin bir daha yaşanmaması adına. Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin…

TEILEN